Ana içeriğe atla

PENNY DREADFUL'UN BAŞKALDIRAN GELİNİ LILY FRANKENSTEIN ÜZERİNE FEMİNİST BİR OKUMA



NOT: Diziyi bitiren arkadaşlara yönelik bir içeriktir, uzun uzun dizinin konusu üzerinde durmasam da başınıza minik spoiler taneleri düşebilir. Ayrıca gereksiz duyar içermemektedir, feministi görünce hemen şeyyapmayalım.

Sevgili dostlar, 

Dizinin çoğu izleyici tarafından beğenilmeyen ve hunharca olumsuz eleştirilen son sezonu; genel etkinin aksine beni oldukça heyecanlandırarak uzun zamandır yapmak istediklerim için ilk adımın, yani kendi "minik parlak fikrimin" başlangıcı olmuştur. İşte bu sebeple Penny Dreadful, izlediğim diziler arasında özel bir yer edinmiştir, dolayısıyla olumsuz sayılabilecek yorumların da varlığıyla birlikte genel itibariyle olumlu olmaktan uzaklaşamayacak bir kişisel okuma, bireysel eleştiri, torpilli ve adam kayırmalı bir yorumlama olacaktır. "Minik tatlı parlak fikrim" ise anladığınız üzere güzel ama ingiliççe bazı sevdiğim diziler, filmler, kitaplar, öyküler, karakterler vs. üzerine naçizane eleştiri yazıları yazmaktır. Kişisel fikirlerimi aktardığım bu yazılarda elbette ki saçmaladığım anlar da olacaktır. İşte o anları azaltmak, yorumlarımı "O diziyi de fena batırdılar" veya "Aabi çok iyi sezon yea" dan ileri götürmek isteğiyle, daha çok vakit harcayarak, bu karalamaları yüce edebiyat kuramlarına ve eleştiri yöntemlerine dayanarak oluşturmaya özen göstereceğime ant içiyor ve başlıyorum.

"Edebiyat eleştirisinin görevi, edebiyatı anlama ve onun zevkine varmaya  teşvik etmektir."  düşüncesiyle kendimi motive ederek, edebiyatın en şöhretli korku karakterlerini bir araya getirerek şairane bir üslupla onların hikayelerini işleyen bu nadide dizinin yardımcı anlatısı olup, ağırlıkla üçüncü sezonda işlenen başarısız feminist devrim girişimi öyküsü üzerine, karakter odaklı, kafa açmaya yönelik bir okuma yapacağım. Belki sizin de fark etmiş olduğunuz detayları bir araya getirerek kaçırdığınız bazı noktalarla birlikte alıntıda bahsedilen zevkine varma işlemine ufak da olsa  katkıda bulunmak dileğindeyim a dostlar.

Başlangıç noktamız, senaryodaki ağırlığı itibariyle aslında dizinin yan hikayelerinden birinin figüranı gibi gözüken fakat dizinin başından beri sıkça gördüğümüz, az çok hikayesini bildiğimiz bir karakter olacaktır. Brona Croft; karanlık geçmişinden kaçmaya çalışan, Victoria İngilteresi'nde fahişelik yaparak hayatını devam ettiren fakir irlandalı bir göçmen olup, ana hikayelerimizden birinin kahramanı Ethan Chandler'la  yaşadığı ilişkiyle dizide var olan ve sevilen karakterlerden biridir. O zamanlar yoksul halk için ölümcül bir hastalık olan verem sebebiyle yaşamını yitiren güzel kadın, ölümünden sonra Dr. Victor Frankenstein tarafından, doktorun ilk göz ağrısı olan çirkin-romantik yaratığı  "John Clare" için cici bir hayat arkadaşı olsun diye canladırılarak ikinci sezonun başlangıcında "Lily" karakteriyle karşımıza çıkmıştır. İşte karşınızda bir erkeğin uygun eş ısrarı ve yaratıcısına yönelik tehditeri, dayatmaları ile yine bir erkek tarafından yaratılan ideal kadın temsili.

Diriliş hikayesi bile feminist bir yazına konu olmaya aday bir karakterin, tüm sezon boyunca eylemlerini/söylemlerini takip etmek; durumun farkına varabilen izleyici için nefis bir vaat. Tüm ilahi dinlerde kadının yaratılış hikayesi küçük farklılıklar gösterse de özünde aynıdır.  Kadın; erkeğe hizmet etmek, ona yoldaş olmak için yaratılan bir varlıktır. Yaratılan bu gelin; orijinal Frankenstein romanının ikinci cildinde (sadece bir ihtimal olarak söz edilse de) ve romana genel hatlarıyla sadık bir uyarlama olan Frankenstein'ın Gelini (1935) filminde olduğu gibi Penny Dreadful'da da kendisinin yaratılma amacı olan yaratığı eş olarak kabul etmez, hatta ondan hoşlanmaz bile.

Bir cesetten kanlı canlı bir yaşam üretme gücüne sahip doktorumuzun öngöremediği olasılıklar sayesinde; geçmişini ve acılarını hatırlayan, kendisine veya herhangi bir kadına acı çektirmiş olan bütün erkeklerden intikam alma arzusuyla yanıp tutuşan, bu arzusunu şartlar olgunlaşana dek gizleyecek kadar zeki, yaratıcısını manipüle etmeye yeltenecek kadar hadsiz, toparlarsak korkunç derecede güçlü bir kadın figürü ekleniyor efsanevi dizi karakterleri arasına. Bu noktada diğer film uyarlamaları ve anlatılardan ayrılan dizi; gelinimiz Lily'e ideolojik bir duruş kazandırarak, çoğunlukla vahşet dolu da olsa, onu feminist bir ayaklanmanın lideri konumuna getiriyor. Tabi bu duruma ilk karşı çıkan erkek kendi yaratıcısı Victor oluyor. Yarattığı geline aşık olmasıyla başlayan melankolik hikayesi, Lily'i iyileştirme çabalarıyla daha da zavallı bir hal alıyor. Lily' i kurtarması ve onu "düzeltmesi" gerektiğine inanan doktor, şu nefis ayarla Lily'nin Dorian Gray ile yaşadığı malikanesinin önünden hayal kırıklığına uğrayarak ayrılıyor; 
              " Beni kurtarması için bir erkeğe ihtiyacım yok. Her nasılsa, senin beni yarattığından daha çok ben seni yarattım diye düşünüyorum. İlk aşk Victor, iyileşeceksin. Bir daha buraya gelme lütfen, çünkü dönüştüğüm şeyden hoşlanmayacaksın."

Lily'nin dönüşeceğinin sinyallerini verdiği şey nedir peki? Neye dönüşeceğini ima ederek Victor'ın duygusal olarak dağılmasına sebep olur "...Edebiyat yapıtlarındaki kadın karakterlere yönelik eleştirinin ortaya çıkardığı gerçeklerden biri de erkek yazarların yarattığı klişe iki tipin varlığıdır. Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar bu konu üzerinde uzunca durur ve 'evdeki melek' ile 'canavar' adını verdikleri bu klişe uç tiplerin özelliklerini, kaynaklarını gösterirler. 'Evdeki Melek' tipi ataerkil toplumda erkeğin kafasında ideal olarak yaşattığı kadın tipidir ve erdemleri arasında namusluluk, alçakgönüllülük, uysallık, masumiyet başta gelenlerdir. Karşıt uçta, erkeklerin kendisine biçtiği kişiliği kabullenemeyen ve bundan ötürü erkekleri ürküten 'canavar' tipi yer alır. "   Victor'ın ideal bir eş olarak yarattığı masum, namuslu, uysal olmasını umduğu Lily, "evdeki melek" olarak gözüktüğü bir kaç bölümden sonra iyileştirilmesi gereken "canavar" tipi kadına (güzel ironi) yani bağımsız, çıkarcı ve başkaldıran bir kadına dönüşecektir. Hatta, üçüncü sezonun başlangıcından itibaren, işler planladığı gibi giderse bununla da yetinmeyip daha fazlasını isteyeceğinin sinyallerini verir.

Lily, kendisiyle ilişkiye girmek için para ödeyen bir erkekle beraber olurken onu boğarak öldürdüğünde, bu ikinci yaşamının amacını bulmuştur bile. Protestolarla, kampanyalarla eşitlik hakkı kazanmaya çalışan kadınları küçümser, bu onun seçeceği yol değildir belli ki, istediği şeyin özgürlük olmaması gibi. 
       "Yaptığımız şeyin kadın hakları savunuculuğu olduğunu düşünecekler, hayır. Sadece düşmanlarımız aynı. Ama biz eşitlik talep etmiyoruz, bizim istediğimiz efendilik. Onlar yalnızca zavallı şamatacılar. Tüm o marşlar ve pankartlar... Hayır, olay bu değil. Bu hayatta başarıya nasıl ulaşılabilir? Kurnazlıkla. Gizlilikle. Zehirle. Gecenin köründe kesilen bir boğazla. Dikkatle ve sessizce güç toplayarak. Peki bir ordu topladığında ne yaparsın? Savaşa gidersin."

                                                   
Hayatını kurtardığı ilk genç kız; küçük yaşlardan beri fahişelik yapan yetim Justine'dir. Onunla sohbetleri sırasında bu sözleri söyleyen Lily; zaman içinde Londra'daki tüm fahişeleri malikanesinde toplayarak, onlarla komün bir yaşama başlar. Bir akşam yemeği ziyafeti verir ve yeni yoldaşlarına bu idealini açıklar. O gece avlanmaya çıkan fahişeler, kendilerine insan muamelesi yapmayan tüm erkekleri tereddütsüzce öldürürler. Bu noktada Lily Frankenstein bir devrim lideri olduğunu kanıtlamış fakat etik olmayan bir eylem biçimine liderlik etmesiyle anti- kahraman özelliği de kazanmıştır. "... Farklı inanç, tutum ve değerleri, farklı dilleri ve toplumsal konumları nedeniyle zaman zaman yadırgatıcı olsalar, okurlarda öfke, kuşku, empati gibi farklı duygular uyandırsalar da, anti- kahramanlar, okurlarını etkilemeye ve onları sessizce dönüştürmeye devam ediyorlar."  Anti- kahraman dendiğinde negatif duygular beslememiz gereken bir karakter algılamak zorunda değiliz. Anti-kahramanlar çoğunlukla kendilerine ve çevrelerine dürüst kimselerdir yahu! Bu yüzden de yanlış anlaşılır ve eleştirirler. Çünkü yaşadığımız toplumda dürüstlük panikle karşılanan bir eylemdir, hele kendine dürüst davranan insan tuhaf olarak bile yaftalanır. Etik açılardan yanlış yöntemlere başvuran ilkeli karakterlerdir sadece. Anti de olsa kahraman, kahramandır çoğu zaman izleyici/okur için. Etkileyiciliğinden pek bir şey kaybetmez, sıradan kahramanlara oranla bir tık daha coşkulu, tutkulu sevilirler hatta.

Lily karakterine beslediğim sempatiyi de kıvrak bir manevrayla meşrulaştırdıktan sonra, dizideki erkek karakterlerin tepkilerinden bahsedip toparlayayım. Eyyy Victor!  Bu gelini romantik-ucuben John Clare efendiye (ki kendisi de ayrı bir okumanın konusu olabilecek kadar özel bir karakterdir) eş olarak yarattın, yetmedi aşık oldun ve kendine gelin etmek istedin (ırz düşmanı). SEN ÇOK ALÇAK BİR ADAMSIN, ÇOK ALÇAK! Sonra istediğin evcil meleği yaratamadığını fark ederek paniğe kapıldın ve onu düzeltmek, iyileştirmek için yeminler ettin. SENİN DİĞER YARATIKLARINI DA BİLİYORUM! Seni anladık, seviyorsun bu tanrıcılık işlerini. İşler istediğin gibi gitmedi, öfkeden deliriyor ve yarattığın meleğin sana başkaldırmasını, cennetinden kovulmasını istemiyorsun. Peki sordun mu yaratırken şeytan senin yaratmayı düşlediğin melek olmak istiyor muymuş diye?  KİM?! Buralarda biraz coşuyorum kusura bakmayın fakat Victor karakterini ne kadar içten sevsem de bu hususta mızıkçı bir çocuk gibi davrandığını düşünüyorum. "Ben tanrınım, senden sorumluyum, benim istediğim gibi yaşayacaksın." diyorsan özgür iradeyi yok etmenin yolunu bulduğunda insan yaratacaksın Victor Bey! Ya da yaratma hobinden vazgeçip başka türlü tatmin olacaksın.


Gelinimizin kanlı devrim arzusunun karşısında duran tek kişi yaratıcısı değil elbette. Lily'nin işine yaradığı sürece aşığı olarak kalıp, gelinimiz amacını bulduğunda terk edilen doktor; hayatındaki tek erkek değil.  Bu noktada Wilde'ın ünlü lanetli ölümsüzü "Dorian Gray" bahsini açmak gerek. Lily'nin reddetmediği tek erkek olan Gray; normal bir insana göre oldukça uzun, lanetli bir yaşam sürdüğünden, amaç arayan bir maceraperesttir. Lily'nin niyetini tam olarak bilmese de onu ilk gördüğü andan itibaren kan arzusu ve vahşiliğinin çekimine kapılıp, bu güçlü kadının etkisine giren Gray ilk kafa karışıklığını; Lily'nin fahişe yoldaşlarına yönelik manifesto niteliğindeki sözlerini dinlerken yaşıyor. Bir şeyler yanlış gidiyor düşüncesi filizlense de bir süre daha emin olamayarak seyirci kalıyor. Kendi cinsine karşı başlatılan av kampanyasının sponsoru olduğu düşüncesinden uzaklaşmak için ya da Lily'e olan tutkusu yüzünden direndiği "iyileştirme" önerisine en sonunda teslim oluyor ve özünde vahşiliğine aşık olduğu kadının yine vahşiliğinden ürkerek doktor Frankenstein ile iş birliği yapmayı kabul ediyor. Yaratıcısı ve yoldaşının iş birliği ile iyileştirilmek, düzeltilmek, topluma uygun hale getirilmek istenen bir kadın "hayatta tatmadığım keyif kalmadı ama bunun yanında da hiç mutlu olmadım." diyen Dorian Gray' e kısa bir süreliğine yenilik vadeden bir heyecan unsuru olmaktan öteye gidemiyor.

Her tanrı gibi yüreği merhamet dolu olan yaratıcısı Victor tarafından iyileştirilmek üzere kaçırılan Lily, bir kez daha Victor'un merhametine sığınıyor ve nihayetinde yumuşak kalpli aşığı/tanrısı onu salıveriyor. Dizideki yan anlatılardan biri olmasına rağmen en ince işlenen hikaye Lily'nin hikayesi fikrimce. Amacına ulaşmayı başarması ise dünyanın henüz hazır olmadığı bir distopyanın konusudur. Senaristler size yeni dizi konusu, acil bana ulaşın.

Üzerine saatlerce yazabileceğim bir replikle, dizide sona ulaşamayan bu küçük çaplı distopik, feminist devrim girişiminin hikayesinden bahsetmeyi bırakıyorum. Sevgili Lily der ki;

     "Biz sürünen, diz çöken kadınlardan değiliz. Bu yüzden radikaller veya devrimciler olarak damgalanacağız. Kendini korumayı seçen, aşağılanmayı reddeden güçlü kadınlara 'canavar' diyorlar. Bu bizim değil, dünyanın suçudur. " 

Neyse dostlar yersiz bağlaçlarla, uzun alıntılarla darladıysam affola. Sadece deniyorum. Yanıldıysam en kısa zamanda yine denerim.


SON NOT: Aman hocam intihal olmasın diyerekten buyrunuz; Altı çizili üç alıntının sırasıyla alındığı kaynaklar.
  • T.S. Elliot , “Eleştirinin Sınırları”, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Paradigma Yay. s. 254 - 262.
  • Berna MoranEdebiyat Kuramları ve Eleştirisi, 25.Baskı 2014., s. 252-253
  • Hülya Bayrak AKYILDIZ, Eylemsizlik ve antikahramanların dönüştürücü gücü üzerine. s.27. (Makale)


Sevgiler, kıps.


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR LABİRENT ANLATI OLARAK WESTWORLD: EDEBİYATTA LABİRENT METAFORU

NOT:  Merhaba sevgili dosslar, yine tek tek yazaraktan ilerleyeceğim yeni yazıma HOŞŞGELDİNİZZ! Tekrar minik bir spoiler uyarısı veriyorum. Bu duruma dikkat etme kararı alıp alıp vazgeçiyorum ama nihayetinde sona ermiş bir sezonun bütününden bahsettiğimden, çok zor olurdu spoilersız anlatım. Özetle: izleyip üzerine bir de başka gözden bakmak isteyen, ilk sezonu silip süpürmüş canımlara yönelik bir içeriktir. Burada yazacaklarım kısmen hayal ürünüdür çocuklar, Westworld adlı leziz HBO yapımını beğenenlere ve özleyenlere yönelik; şöyle tatlı bir "bak böyle bir şeyler de varmış" muhabbetinden ibarettir. Dizinin felsefi derinliğini sorgulamak ne haddime diyorum ama tabi ki duramayıp bir takım zıpırlıklara yelteneceğimdir. Yazacaklarımdan kısmen de sorumluyum elbet, yine de zaman zaman kaptırıp kaybolacağım, konudan konuya atlayacağım, ben de kendi çapımda bir labirentte çıkış yolu arayıp duracağım, kaçınılmaz olarak. Alt-metinlere takılınca yüzeye çıkamadığımın bilincindeyim

"BLACK MIRROR - SOSYAL LİNÇ" S3B6 ÜZERİNE (PANİK DOLU) TOPLUMBİLİMSEL BİR İZLEYİCİ KARALAMASI

NOT : Spoiler alert demeden başlayacağım bir yazı olamıyor malesef canlar. Uyarımı yapayım yine her ihtimale karşı. Belki sadece bu yazım dönüp dolaşıp gözünüze çarpmıştır düşüncesiyle yılmadan spoiler uyarısı veriyorum. Black Mirror'ın üçüncü sezonunun son bölümünü izlemeyen okumayıversin, sonra okumak için aklına yazıversin tabi ki yine de. Son olarak düzenli okuyan birkaç güzide arkadaşım için söylüyorum ki; yazılarımdaki başlangıç notunu es geçebilirsiniz. Black Mirror tarihinin en ürpertici bölümü olarak gördüğüm 'Hated in the nation' üzerine geveleyeceğim. Şu aralar sosyal linç denince akla ilk gelen şahıs Emrah SerbesT. Ağzına gelen sövüyor kendisine sosyal mecralar aracılığıyla. Bir anda kazandığı nefreti ise; yaptığı trafik kazasına borçlu. Ölmesini dileyen olmuş mudur bilmiyorum ama şovsal hareketlerini samimiyetsiz bulan ve cezasını çekmesini isteyen haklı bir kitlenin yanında, yıllardır bu günü bekliyormuşçasına edebi yaratımları üzerinden nefret k